anasayfagezisergiolaylarunlulernostaljifotosakasihirligazetebiyaografi

3

Galatasaray'dan Tünele doğru
Galatasaray Postanesinin karşısında Galatasaray Lisesinin görkemli ve süslü kapısı Beyoğlu'na açılıyor. Köşede adam boyu bir tartı aleti, üstüne çıkıp para atınca, tartıp kilonuzu içinden çıkan karton bilete yazıp veriyor.! Sömestre tatillerinde 15 gün boyunca Galatasaray Lisesinin ilk katında Seronofil Derneği'nin kanarya sergisi geziliyor. Sergiye giriş ücreti ödeyip girenler, kafesleri içinde sergilenen Alman ve yerli kanaryaları görüyor, ötüşlerini dinliyor, arzu edenler kuşlardan ve kafes malzemelerinden satın alabiliyorlar. Galatasaray Lisesinin arka bahçesinde yaz aylarında konserler de düzenleniyor. Mavi Işıklar grubu "Makaram sarı bağlar", "Kızılcıklar oldu mu, selelere doldu mu" gibi aranjman şarkılarını söylüyor, "Ankara Rüzgarı" ile şöhretini perçinleyen Yıldırım Gürses de konser veriyor.
Tünele doğru yürümeye başlıyoruz, daha ilk adımlarda sağınızda "Hazzopulo Pasajı" yer alıyor.
Avluya açılan eski püskü, tenha, terkedilmişlik içindeki kendi halinde ki mağazalar, sanki İstanbul'da değil de başka bir şehirdesiniz intibaı yaratıyor.
Güzel bir avlunun ortasında sokak lambası direği, düzgün çakıllı zemin döşemesi, avluyu çevreleyen evlerin yer yer sıvası dökülmüş tuğla duvarları, İtalya'yı, Fransa'yı anımsatır bir hava yansıtıyor. Sağda "Madam Katia"nın şapka mağazası var. Yılların bayan şapkacısı bayan Katia Türkçe'yi kendi şivesiyle yarım yarım konuşuyor, şapkaların özelliklerini, kumaşlarını, nerelerde giyilebileceğini, nelerle giyilirse daha uygun olabileceği konusunda fikirleri ile yardımcı oluyor. Kadın şıklığını şapka tamamlar da diyor. Beyoğlu'na hanımların şapka takarak çıktığı yıllarda Fransa'dan getirttiği şapkalarıyla ünlü. Özel kumaşlardan imal edilen geniş kenarlı şapkaları isterseniz satın alabiliyor veya kiralayabiliyorsunuz. Yanlış hatırlamıyorsam Katia'ya kumaşını getirenlere sipariş üzeri şapka da yapılıyor. Şapka modası yayılsın diye defilelere ücret almadan şapka veriyor, bende ara sıra model çekimleri için şapkalardan alıyor, çekim sonrası iade ediyor, yahut modeli götürüp o pasajda çekiyorum.
Beyoğlu Cadde üzeri bir başka ünlü mağaza "Lazaro Franko" var.
Büyütmek için TIKLAYINGalatasaray Meydanını hemen geçince sağ tarafta tavanı yüksek, iç içe birkaç bölümden oluşan İlyadis mağazasının raflarına dizili sağlam, dayanıklı, gerçek yün iç çamaşırları, korse, uzun don satıyor, havlular, pijamalar da oradan alınıyor.
Giyim üzerine bir ünlü mağaza olan Lion isim yapmış Beyoğlu'nun önemli mağazaları.
Lion'dan daha ziyade kolej talebeleri gri pantolon, lacivert renkli, önden dört veya altı parlak sarı, metal düğmeli ceketleri alıyorlar. Elbise ve tuhafiye üzerine no 377 de dört katlı mağazasında hizmet veren bir başkası ise Mayer.
Kadın kıyafetleri, moher örgüler, kadın şapkaları satan Bakara Mağazası ile radyolarda reklamını çokca duyduğumuz mağazalardan olup mutfak eşyaları satan Bak Bak istiklal Caddesi'nin marka mağazalarından dı.


Narmanlı Han
Beyoğlu'nda caddeye boylu boyunca uzanmış önünde sütunları, içinde geniş avlusu bulunan görkemli bir han daha var, ismi Narmanlı Han. 1963-64 olabilir, günlerden bir gün bir film çevriliyor, merak bu ya, set ekibinin çalışmasına toplanmış bakıyoruz. Filmin ismi "Koplan İstanbul'da" konusu polisiye, birileri kaçıyor, Koplan kovalıyor, bu kovalamaca sırasında Narmanlı Han'ın avlusundan araçla hızla çıkan Koplan, Beyoğlu'na dönüyor, Gümüssuyu Caddesi'nde Hotel Opera önünden geçerek Dolmabahçe Parkı merdivenlerinden otomobiliyle iniyor, Kabataş araba vapur iskelesine geliyor.
Burada günler öncesinden tahta bir hızlanma rampası yapılmış, hurda arabalar hazırlanmıştı. Ya Hüseyin Haki, ya Orhan Erdener isimli araba vapuru film icabı kovalamaca da ki kaçan otomobil bindikten sonra kapak kaldırıp denize doğru 10 -15 metre açılıyor. Tam bu sırada iskeleye gelen Koplan (Bu sahnede dublör kullanılmıştı) bu rampaya hızla çıkıyor ve denize açılmış vapura, kapak üstüne havadan önceden dizilmiş hurda araçların üzerine atlayarak kaçan suçluyu yakalıyordu. Çekimini gördüğüm bu filmi Beyoğlu sinemalarından birinde seyretmiştim.

Markiz Pastanesi ve Japon Mağazası
Tünele doğru biraz daha yaklaşırken, kürkçü dükkanlarını, Rus konsolosluğunu geçince karşı tarafında yıllara damgasını vuran 1940'larda Avadis Orhanyan Çakır tarafından Markiz adıyla işletilmeye başlayıp 70'li yıllarda kapanarak ve 2003 yılı sonuna dek, kapalı kaldıktan sonra yeniden açılan "Markiz Pastanesi" bulunuyor.
Markiz'in içinin ise benim çocukluğumda ap ayrı bir yeri var.
1950'li yılların ilk yarısı, anneannem, annem, ben Taksim'den tramvaya biniyor. Markiz'e yakın durakta muhtemelen Galatasaray da iniyoruz. Bayanların başları şapkalı, beller ince kum saati misali, mermi gibi sivri uçlu sutyenler, arkasında topuktan etek hizasına kadar görebildiğim bölümlerinde tek çizgi çoraplar giyiyorlar, kollarında çanta. Öyle elinde poşet, file taşıyan yok, ayıp da sayılırdı. 1954-56 yılları olmalı ben küçüğüm bu yüzden bana bilet alınmıyor diye somurtuyorum. İnince de ismini tam olarak bilemediğim belki "Fertek", belki "Olimpos", belki de "Can" gazozlarının yerdeki kapaklarını ayağımın ucuyla çukur olan tramvay rayı içine dürtüyorum. Annem kolumdan çekiyor, yürü evladım diye. Benim amacım başka, bilet alınmadı ya, tramvayı gazoz kapağının üstünden geçerken raydan çıkaracağım belki de, çocukluk işte!. Markiz'e geliyoruz dev fayans panonun karşısına illaki oraya bilmem kaçıncı kez oturuyorum. Benim ne yiyeceğim zaten evden çıkmadan belli "Adisababa", bunun için geliyoruz Markiz'e. Soğuk buzlu pastayı dev panoya baka baka afiyetle yiyor, üzerine de bir bardak soğuk suyu içiyor, bu defa yürüyerek Taksim'e dönüyoruz. "Bon Marche" mağazasından üzerime bir şeyler bakılıyor veya alınıyorsa da buna pek sevinmiyorum. Benim aklım, fikrim düşlerim "Japon Mağazası"nda.
Burası rüya gibi bir oyuncak mağazası, çocukların akıllarını baştan alacak türden.
Geriye doğru sürtüp zembereği kurunca, namlusundan kıvılcımlar çıkartarak giden, lastik paletli teneke tanklar, kurşun askerler, mantar tabancaları, tetiği çekince ucu lastik vantuzlu duvara yapışan çubuk atan tüfekler, gümüşi renkli, uzun namlu, kapsüllü kovboy tabancaları, tahta kamyonlar, arkasından kurgulu ayılar, zembereği boşalana dek pervaneleri dönen teneke uçaklar, logo gibi tahta mimar oyuncakları, yelkenliler, kızlara cicili bicili elbiseli taş bebekler. En az yarım saat vitrin camına elimizi, burnumuzu dayayıp bakıyoruz, ayrılmak istemezcesine!
Bazı oyuncaklar alınıyor, ama yine de vitrinden kolumuz çekilerek zar zor, boynumuz koparcasına geriye bakmaya devam ederek ayrılıyoruz Japon Mağazasından. Yeni yılda bir de süslüyorlar mı size? Vitrine Noel Baba filan da koyuyorlar, çam ağaçları, kokinalar, dallara kar yağmış gibi beyaz pamuklar, pamuklarla cama yazılan yeni yıl tarihleri, işte o zaman sergilenen o renkli çizgili toplar, sallayıp içinden bakılınca cam prizmada renklenip çoğalarak değişen geometrik şekiller gösteren tek gözlü dürbünler, trampetler, borazanlar, mızıkalar, renk renk cam bilyeler daha da göz alıcı oluyor, içinizde ki çocuk ise hiç büyümüyor…
Yılların derinliklerinden çıkıp biz yine gelelim 60'ların Beyoğlu'suna.


Tünel'den Yüksek Kaldırım'a
Tünel'deyiz, sol tarafta bugünkü Four Season Restoranın (Dört Mevsim) yerinde büyük bir fotoğrafçı olan "Foto Süreyya" var. Vitrininde porteler, eski zamanın modası perma saçlı kahverengi beyaz büyük boy fotoğraflar duruyor. İçeri giriyor vesikalık çektirmek istediğinizi söylüyorsunuz, sizi üst kata buyur ediyorlar, bir tabureye oturtuyorlar, arkanızda siyah düz perde fon, karşınızda ahşap üç bacaklı bir sehpanın üzerinde haşmetli olduğu kadar eski "Linhof marka fotoğraf makinesi.
Bakmanız gereken nokta gösteriliyor, hiç kımıldamanız isteniyor, çenenizden üç parmakla tutulup başınız hafifçe yana bakar şekilde yönlendiriliyor, o vaziyette put gibi duruyor, göz kırpmıyor, nefes bile almıyorsunuz. Film makinenin içine konuluyor 1,2,3 sayılarak vesikalık çekilip film kutusu makine içinden çıkartılarak, karanlık odaya banyo için sokuluyor.(Adeta röntgen çektirir gibi) baskı sırasında rötuş filan da yapıyorlar, fotoğraflar bu şekilde artistik fotoğraflara kavuşuyorsunuz.

Foto Süreyya'dan biraz aşağıda Beyoğlu Evlendirme Dairesi ve nikah şekeri dükkanları var. Önü her daim kalabalık, telaşlı. Şimdi geldik Yüksek Kaldırım'ın başına sağ taraf Tünel girişine gidiyor.
Yokuşun sol başında "Lale Plak Evi" yer alıyor. İçerde iki kız kardeş çalışıyor, abla olanı yeşil gözlü, beyaz tenli, güler yüzlü. 66-67 yılları, bir 45 lik plak 12 lira elli kuruş, sonraları 14 Lira oldu, plağın göbeğine bir de vergi niyetine tayyare pulu yapıştırılıyor.
Şarkının ismini Engin Arman'ın radyo programından öğrendiğimiz ve İngiltere'de liste başı olmuş, Odeon baskı The Beatles'in "Paperback Writer" plağını satın alıyor, bu arada diğer yeni çıkanlara da göz göz dizili raflardan indirtip, hit parçanın bunduğu ön yüzün arkasında ne var diye bakılıyor. Tezgahta ki genç kız "Bakın,Tülay German'dan "Burçak Tarlası" adlı plak yeni geldi" diye tavsiyede bulunuyor, birazcık ta plağı başından tadımlık çalıp kaldırıyor.


Şefket Vuraldı Baba

Yüksek Kaldırımdan henüz inmeye başlıyorsunuz Galata Mevlevihane'sinin tam karşısında bir berber var İsmi Şefket Vuraldı Baba. Fakat öyle bildiğimiz berberlerden değil! Kuaför Willi ile birlikte Türkiye'ye kuaförlüğü ilk getiren iki kişiden biri. Tavanı yüksek dükkanına girince solda iki tane bordo kırmızı vinleks kaplı eski dişçi koltukları gibi berber koltuğu var. Duvarda aynalar üzerinde dergilerden kesilmiş bir sürü büyüklü küçüklü tıraş modeli resmi. Şefket Vuraldı Baba zaten model berberi, elinize bir resim alıp gidiyorsunuz, ya da oradakilerden birini beğenip, örnek gösteriyorsunuz, saçınız o model kesiliyor.
Beatles grubunun ünlü gitarcısı, beyni, John Lennon uzun tuttuğu saçlarını kısacık kestirmiş, uzun saç modası bir ölçüde geçmişti. Bunun üzerine ben de kaptım Lennon resmini götürdüm Şefket Vuraldı Babaya, resmi uzatıp "Beni böyle yap" dedim, koltuğa oturdum.
Resmi karşısına koydu, pudra kokulu önlüğü boynumun arkasında ensemde sıkıca iğneledi. Başladı kesmeye. Şefket Vuraldı Baba ilginç şiirler okur, konuşurken vecizeler sarf eder, felsefi sözler söylerdi. Saçı, sakalı beline kadar uzundu, saçını bazen topuz yapar, firkete takardı! Çok yaşlıydı, İlginç bir porteydi, ben o yıllarda da fotoğrafa meraklıydım, makinemi götürüp çekmiştim fotoğraflarını.
Müşterilerine kendi yaptığı votkadan ikram ederdi! Votka dediysem bildiğimiz votkayı alıyor, içine soyulmuş limon kabuklarını koyup bir süre 15-20 gün bekletiyor, sonra bu limon aromalı Rus votkası gibi aperatifi size küçük kadehlerde ikram ediyor.
Siz içkinizi içerken saçınız kesiliyor, üstüne üstlük bir de şiirler okuyor. Gazeteci değilim, bi şey değilim ben de bunları küçük kağıtlara not alıyorum. İşte size 30 yıl sonra bulduğum notların bir tanesinden birkaç satır.

Bana benden beni bana sorma ha gafil
neden yüzüm solmuş, saça sakala dolmuş,
Sana nasıl görünüyorsam, beni nasıl görüyorsan
ben öyleyim ha gafil
Ben papağanım saçarım
Beni arayanlara şaşarım
Met edenlerden kaçarım.
Ben ana rahmindeyken çatıdan soyulmuştur derim
Ne öperim ne öptürürüm kemikle deri
Tuttuğum yoldan Dünyada dönmem geri
Alem-i Kainat olsun veli
Bana desinler deli.
Yeter ki siz olun veli...

Şevket Baba'nın saç kesme tekniği de bambaşka. Bir tutam saç alıyor, geriye doğru gererek çekerken ucundan köküne doğru ince uzun makası dibe kaydıra kaydıra kesiyor. Bu tıraş sonunda hiçbir şekilde makas izi kalmıyor, kimse saçınızın kesildiğini fark edemiyor. Ben öğreneceğim ya, nasıl dikkatli bakıyorum parmak hareketlerine, stiline anlatamam yani, onun gibi kesen yok çünkü. Konuşmasının arasında iki laf daha patlatıyor mesela diyor ki" Biliyorum yoktur, öğrenmek vardır, ne kadar öğrenirsen o kadar cahil olduğunu anlarsın. Harabeye hor bakmayın o harabede ne defineler yatar"…!!!
Berberden çıkıyor birkaç adımda "Horozlu Konfeksiyon"a geliyorsunuz. Burası kiralık smokin, frak, redingot gibi kostümler kiralıyor. Üzerinize göre olmazsa oracıkta teyelleyip idareden uyduruyorlar. Film çekimlerinde kullanılmak üzere sahne kostümleri de bulunuyor.
Şapkacı Pepo
Daha aşağılara doğru iniyoruz bu defa solda el işi erkek şapkaları yapan, satan ve restore eden şapkacı "Pepo" var.
Yaşlı bir adam, sırtı kapıya dönük çalışıyor, muhtemelen aileden bir hanım kendisine yardım ediyor, her yer karma karışık, her yerde bırakılmış eski bir şapka veya şapka malzemesi dolu, emsali kalmamış loş ama hoş bir dükkan.
Fötr şapkanızı götürüyorsunuz, kalıba sokuyor, üstünü ıslatıyor, bir de buhar çıkaran ayak pedalı var mı ne? Tam bilemiyorum, ıslak şapka ısıtılıyor, sonra öylece kalıpta ağır hareketlerle, şapkanın etrafını avuçlarının içiyle şöyle şöyle bi şeyler yapıyor, işi bitince soğumaya, kurumaya bırakılıyor, ne bileyim işte ilginizi çekiyor, kapının ağzında da olsanız içeriye bakıyor, ayak üstü seyrediyorsunuz, yapılanları.

JORJ D. PAPAJORJİU
Yokuştan biraz daha inince sağ tarafta İstanbul'un en büyük ithal müzik aletleri bulunan mağazası "PapaJorjiu" var, müzik aletleri, piyanolar, günün sevilen tangoların, melodilerinin notalarını satıyor.
Framus bas gitar, Hoffner marka solo gitarlar, Premier davul takımları, İspanyol gitar ve takım gitar tellleri, ünlü bestecilerin klasik müzik bestelerinin hiç bir yerde olmayan piyano notaları da satılıyor.
Bir de vitrine çeşitli çaplarda el yapımı Dünyaca ünlü Zilciyan marka zilleri küçükten büyüğe, yukardan aşağı doğru çam ağacı gibi diziyor.

Yokuşun altında bir müzik mağazası daha var çeşitli markalarda kullanılmış gitarlar, Fender marka gitarlar, davul takımları, Ravi Shankar'ın kullandığı Hint sazı "sitar" bile bulunuyor.
Yokuşun dönemecinde Zührap Büyük'e ait Arak Müzik evi'nden arayanlar güncel melodilerin notalarını alıyorlar. Yokuştan biraz daha inerseniz Karaköy'e biraz daha yaklaşıyor ve burada bir çok delikanlının ilk kez cinsel deneyimlerini gerçekleştirdiği ve hala günümüzde de faal olan Alageyik Sokağı içinde İstanbul'un genel evi yer alıyor…
70'li yılların sonuna doğru
Taksim'den çıkıp Beyoğlu Caddesinin her iki yanına bakarak Yüksek Kaldırım yokuşuna kadar geldik, "Beyoğlu tamam mı, hepsi bu kadar mı " derseniz değil tabi. Tünel'den, Galata kulesi ve Kuledibi'nden, Pera Palas Otelinden, bahsetmedim. Her binanın ayrı anısı çeşitli nedenlerle dolaştığım yerlerde gördüklerimden bahsedemedim.
Mesela Fransız Sarayında rahmetli Nejat Eczacıbaşı'na şövalye ünvanı veriliş töreni, tavanları resimlerle, duvarları tablolarla süslü, saray gibi görkemli bir bina olan Rus Konsolosluğunda katıldığım bir kokteyli, konsolosluğun karşısındaki hanlardan birinde bulunan stüdyoda şarkıcı Hayko'nun plak kaydında bulunduğumu detayları ile yazmadım. Bunlar gibi sayısız yer var, hangi birini anlatsam bir şeyler hep eksik kalıyor.
Mesela, Tepebaşı gazinosu ünlüydü son yıllarında Neçmettin Erbakan bu salonda topladığı kalabalığa konuşurdu, İngiliz müzisyen Cat Stevans (Yusuf İslam) burada bir basın toplantısı yapmış neden Müslümanlığı seçtiğini anlatmıştı.
Bir de rock gitarist Asım Can Gündüz ABD den döndükten sonra ilk konserlerinden birini burada vermişti. Beyoğlu'na açılan ara sokaklardan anlatmak gerekirse, Beyoğlu'nun bir parçası olup ona paralel uzanan Sıraselviler caddesi de en az Beyoğlu kadar renkli kesitler bulunan bir yerdi. Özellikle Atatürk Erkek Lisesi ile okulun arka sokağında bulunan Esayan Ermeni Kız Lisesi, Cumartesi günleri yarım gün olan tedrisat sonrası öğlen aynı dakikada, aynı sokağa boşaltırdı öğrencilerini.
Bu iki okulun öğrencileri ile bir anda kaynaşıp, kalabalıklaşan cadde görülmeye değerdi.
Öğrencilerin bir kısmı Taksim'e Avrupai bir görüntü kazandıran ve o zamanlar iki kapısı da açık olup Beyoğlu tarafından girilip, kilise bahçesinden geçerek Sıraselviler Büyük Maksim karşısına kestirmeden gelinirdi.
Vakıf dükkanlarından biri kocaman bir berberdi, dükkanda dört bir tarafta, dört bir tarafta sekiz kişi durmaksızın çalışır, hoş sohbetler yapılır, önünde devamlı traş havlusu kurutulurdu.
Büyük Maksim Gazinosu ünlü bir müzikhol olarak fasılla başlayıp, uvertür sanatçılar, oryantal dansözler, as solistli programları ile kendinden sıkça bahsettirir, İstanbul'un önemli ailelerini, iş adamlarını en ön masalarda ağırlardı.
Maksim, Çarşamba günleri tekrarlanan "Kadınlar Matinesi" ile ayrıca konuşulurdu.

Sıraselviler Caddesi girişinde bulunan gece klüpleri, tiyatro iyi iş yapardı. Günay'da Huysuz Virjin sahne alır, şov sırasında ayağından çıkardığı kırmızı dantelli külotunu açık artırmayla satardı. Birkaç adım ilerde zemin katta "Gel Kulüp" vardı gecenin ilerleyen saatlerinde 24.00 den çok sonra buraya gelinir kuru fasulye yenir, şöminede sucuk pişirilir, gece yaşantısına, kulüp havası içinde alkole devam edilirdi. 70'li yıllarda randevu evleri hızla çoğalmaya başlamış Taksim Fransız Konsolosluğu arkası, Elmadağ, Sıraselviler Caddesi, İlk Yardım Hastanesi çevresindeki bir çok binada gece olup el ayak çekildikten sonra part time çalışan genç kadınların boy gösterdiği yerler olarak gençliğin uğrak yerleri olmuştu!

Tarlabaşı Yıkımları ve Trafik
Şimdi de Beyoğlu'nun çehresinde önemli bir değişiklik olan trafik yönü ve Tarlabaşı'nda yapılanlardan söz edeceğim.
Galatasaray küçük bir meydan, hala da öyle. Köşede büyük bir zevkle mektuplarımızı gönderdiğimiz, geçmiş yıllarda faal olan tarihi Galatasaray Postanesi, bitişiğinde gazete mecmua satan bir gazete büfesi, yanı başı yolu önceleri tramvaylar, seferden kaldırıldıktan sonra otobüslerin, otomobillerin Beyoğlu'na döndüğü bir yol olarak kullanılıyordu. Ağır yürüyen bu trafikte gelene geçene, vitrinlere bakarak dur, kalk otomobil kullanmak çok keyifliydi.
Dükkan sahipleri yadırgadı ama yol bir süre sonra araç trafiğine tamamen kapatıldı. Hareketlilik azaldı, satışlar düştü, zevki kaçtı. 76- 80 yıllarında bir sürü proje üretilmişti. Beyoğlu-Tepebaşı üzerine. Üniversite tarafından hazırlanarak zamanın belediye başkanı Bedrettin Dalan'a Fındıklı'da bulunan akademi salonlarında verilen bir brifinge, görev yaptığım gazete adına, haber amacıyla ben de katılmıştım.
Beyoğlu'nun Restorasyon Projesini anlatan profesör Galatasaray meydanının ayrı bir havası olduğunu, burada bulunan Galatasaray Lisesinin kapısını 50 metre bahçeye doğru geri çekilmesi halinde yeni bir meydan kazanılabileceğini önerdi.
Gerçekten de Galatasaray Meydanı az da olsa Londra'nın Piccadily Meydanını anımsatır benzerlikleri bulunurdu. Aynı profesör konuşmasının bir başka bölümünde Tepebaşı'ndan bahsederek Beyoğlu'nun bir eğlence kompleksi haline dönüşebilmesi için bu caddeye açılan ara sokakların temizlenmesi, bu binalardan bizde çok olduğunu, yıkımıyla fazla bir şey kaybedilmeyeceğini, aksine yolun dar olduğunu vurguladı.
Yol dar olmasına dardı. Beyoğlu'na paralel giden araçlar İngiliz Konsolosluğu arkasına gelince 90 derecelik sert bir virajı dönerken köşe başında trafik için konmuş olan sokak aynasına bile bakarlardı.
Dalan beklemedi, çok geçmeden zabıta ve güvenlik güçleri, iş makineleri ile girdi Tarlabaşı'na. Binalar dozerlerle, bir bir yıkıldı, kepçeler molozları kamyonlara doldurdu, ortaya bir sürü yarısı istimlak'a giden bina, poster yapıştırılmış odalar, merdivenler çıktı.
Yıkım çalışmalarını Fotoğraf sanatçısı Ara Güler de adım adım takip etti, ben de.
Rahmetli Çelik Gülersoy kıyameti kopardı "Tarihi merkezler metro ile geçilir, bunları yıkmak yerine restore edip koruyalım, turizme kazandıralım" diye yırtındı durdu.
Ben o zaman gazetede ki çalışmamım dışında "Puan" isimli aylık bir dergiye de dışardan iş yapıyordum. Dergiye bir kapak resmi lazımdı konuyla ilgili. Koydum İstanbul kent haritasını karşıma, geyik boynuzlu kabzasıyla sapladım av bıçağını Beyoğlu bölgesine, döktüm etrafına kırmızı ojeyi "Kentin kanayan yarası, veya Beyoğlu kan ağlıyor" konulu kapak resmi hazırdı.
Çok beğenildi, dergi piyasaya çıktı ama yol da açıldı. Trafik vızır vızır.
Binaların yan cepheleri ana cephe oldu. Dalan'ın tahmini tuttu, geçiş çok kolaylaştı.
Tepebaşı yeni bir İstiklal Caddesi olacak sözü doğrulandı.

Beyoğlu'na ne zaman çıksam duygu seline kapılırım! Bu yazıda Beyoğlu'nu, yaşadıklarımı, izlenimlerimi, hissettiklerimi kendi gözlemlerimle anlatmaya çalıştım. Beyoğlu'nun benden önce de yıllar boyu, defalarca fotoğrafları çekildi, yazıldı, anlatıldı, geçirdiği yangınlardan, tarihinden, özellikleri hakkında kitaplar dolusu dokümanlar ortaya kondu, şüphesiz bundan sonra da konmaya devam edecektir. Belki 50 yıl sonra hazırlanacak 2000'li yılları anlatan bir yazıda daha şimdiden şu satırları okur gibi oluyorum.

"2003 yılı sonuydu o gün Beyoğlu Galatasaray da müthiş bir patlama olmuş, İngiltere konsolosluğu girişi havaya uçurulmuş, Baş Konsolos ölmüştü…
Beyoğlu'nda ki bazı lokantaların vitrin camları arkasında köy kadınları yer sinilerinde hamur açar, gözleme yaparlardı...
Galatasaray Meydanı köşesine "Ayvalık Tostçusu" açılmıştı…
Meydanın köşesinde korsan eylem ve yürüyüşlere karşı polis ekipleri beklerdi.
Yol araç trafiğine kapalı olmasına rağmen kaldırımlar üzerinde park eden araçlara sıkça rastlanabilirdi.
Sinema salonları dolmadığı için bölünerek daha küçük kitlelere hitap edecek şekilde tasarlanmıştı.
Çiçek pasajının çevresi "Nevizade Sokakları" ile dolmuştu….
Yıllarca kapalı kalan Markiz pastanesi yeniden açılmış, çocukluğunda gelenler bu defa torunları ile gelir olmuşlardı….
Genç kızlar, göbeklerini dışarıda bırakan buluz ve t-şörtlarinin altına, kasıklarına inen hatlarını gösteren düşük belli, vücudu çorap gibi saran pantolonlar giyerlerdi…
3

sihirlitur ana sayfa

© 2004, Bu sayfadaki tüm yazılar ve fotoğraflar Haluk Özözlü'ye aittir, izinsiz kullanılamaz.